top of page
sivas93_merdiven.jpg

İNSANIN O SONSUZ ALÇAKLIĞINA KARŞI İNSANIN O ENGİN VE PÜRÜZSÜZ SAFLIĞI

Televizyonun ekranına kilitlenmiş, öylece kalakalmışım. Özel televizyonlar daha yeni yayında… Sanırım karşı komşunun eviydi. Şaşkınlıktan öylece kalakalmışım. Eve bile geçememişim. Önce küçük bir haber. Sonra yaşanan vehametin aşama aşama duyurulması. Neler oluyor? Sonra ertesi günün gazetelerini gördüğümüzde durum daha da iyi anlaşılıyor. Orada bulunan sevdiklerimiz, arkadaşlarımız, dostlarımız, aydınlar… Aziz Bey, Asım Bey. İzmir’den Aydoğan Abi.. Ve sonradan adlarını arka arkaya duyacağımız yazarlar, çizerler, şairler, ozanlar… Bir kıyım, bir kırım, bir sanatçı, aydın soykırımı.

Prof: Dr. Semih Çelenk

            Ben kendi payımı günlerce, aylarca yere bakarak dolaştım. Bu dehşet hiç mi hiç aklımdan çıkmadı. Biraz uzaklaştığımda kendini yine hatırlattı. Bu kıyımda ağabeyini yitirmiş ve kendi şans eseri kurtulmuş bir genç adam yıllar sonra öğrencim oldu. Serdar Doğan. Sivas üzerine yazdığı oyun üzerine çalışırken de aynı utancı hissettim. Gözlerimi kaçırdım. Türkiyeli bir akademisyen, bir yazar olarak ülkemde böyle bir şeyin yaşanmasından hep utanç duydum. Aydoğan abiyle de, Aziz Nesin ile karşılaştığımda da utandım. Sanki bu rezilliği. alçaklığı, vahşeti ben yapmışım gibi. Ama sonra, önceleri şikayetçi olduğum bu utancı sahiplendim. Hep içimde yaşatmak istedim bu utancı. Beni hep daha insan yapabildiğini gördüm çünkü bunun. “Nefret” suçları bahis konusu edilirken, güzelim insanlarımıza reva gördüğümüz bu yangın, bu da yetmezmiş gibi onlara “provakatör” yakıştırması yapacak denli alçaklaşma nedense “nefret” suçu kapsamına girmedi bu ülkede. Sonra, bir tarihte Fransa’nın Metz kentinde, Türkiye’deyken izlemeye cesaret edemediğim belgesel oyun “Sivas 93”ü izlemek durumunda kaldım. Festival vardı ve festival konuğu olarak o akşam oyunu izlemeliydim. Metz Üniversitesi’nin tiyatro salonu benim için bir cehenneme döndü. Soluksuz kaldığımı hissettim. Yine birkaç yıl sonra aynı oyunu İzmir’de bir öğretim üyesi arkadaşımla ve en önden izlemek durumunda kaldım. Yine aynı boğulma hissi. Arkadaşım “iyi misin?” diye sordu. Tiyatro terbiyem dışarı çıkmamı engellemese o an fırlayıp açık havaya çıkardım.

            Yine aradan bir zaman geçti. 2008 yılında Behçet Aysan, Uğur Kaynar ve Metin Altıok’un olduğu o muhteşem fotoğrafın karşısında saatlerce durdum ve bir şeyi anlamaya çalıştım. İnsan soyuna ait o görkemli, o engin, pürüzsüz saflığı… Merdivende oturmuş üç ermiş mi demeliydik bu fotoğrafa? Ülkesinin aydınını, şairini düşman gören, düşman yapan bir zihniyet bu. Otelde toplanmış insanların çevresinde tamtamlar çalarak, cadıları, şeytanları yok etmeye çalışan, güdülenmiş ve güdülmüş bir güruh. Acımasız, aşağılık, vahşi bir canlı sürüsü… Gözlerini kan bürümüş, boğazlarını yırtarcasına bağırıyor kalabalık. Her seyrettiğimde aynı utanç, aynı korku ve dehşet… Bir depremi, bir yangını, bir seli seyrediyor gibi çaresizlik ve acı. İnsanın insana karşı giriştiği bu kıyım. Adı “savaş” olsa bunun yine kötü, ama anlaşılabilir ve adilce sayılabilir. Bir düello kötüdür ama anlaşılabilir. Bir kavga, istenmez ama zora düşüldüğünde girişilir. Peki ya bu nedir? Bu güçsüz, silahsız, silahları bedenleri, sesleri, sözleri olan insanlara karşı yapılan kıyım. Adlandırabilmek kolay mı? İşte fotoğrafın görünmeyen yanı bu. Görünen yanında ise, üç şair.. Ellerinde kırık bir süpürge sapı, ayaklı bir küllük ve yangın tüpü. Dışarıda onbinleri bulan bir kalabalık. Bu üç güzel insan, halleriyle şiir olmuş üç şair yine de “adil” düşünüyorlar. Eğer saldırırsa o kalabalık kendilerini savunacaklar. Ama dışarıdaki kalabalığın elli kişiyle karşı karşıya gelecek cesaretleri bile yok. Yapılabilecek en aşağılık şeyi yapıyorlar. Oteli ateşe verip dışarıda tamtam çalarak bağırıyorlar. İnsan soyunun ne kadar aşağılık olabileceğinin sınırlarını gösteriyorlar bize. İçerdekiler ise tam tersi. Bu fotoğraf insanın o pürüzsüz saflığını, o engin ve yüce ruhunu göstermek için çekilmiş sanki. Merdivende üç şair, üç ermiş, iç insan. Dışarıda alçaklığın sınırlarında bir insan güruhu.

            Bir şair öldürüldüğünde bir dil ve bir ülke öldürülmüş olur. Dillerini, ülkelerini, şairlerini öldüren insan güruhu aradan yıllar geçtikten sonra bile bunu allahsız, kitapsızlara karşı bir “iman” gösterisi sayanlar bu kıyım suçunu on kez daha fazlasını işlemiş olmuyorlar mı? Şimdi “Sivas Kıyımı” sadece sol aydınların, namuslu insanların, alevi-bektaşilerin “folklor”unda bir motif olarak mı kalacak? Bu ülkede eli kalem tutan, ağzı laf yapan, bundan ekmek kazanan edebiyatçılar, sanatçılar “Sivas”ı daha ne kadar görmeyecek? Müzik dünyasında bir tek Fazıl Say mı bu sorumluluğu, bu atancı hissedip tarihe kayıt düşecek? Ey tiyatromuz! Ey sinemamız! Neredesiniz?

            2008 yılında o fotoğraf uzun uzun bakarken aşağıdaki dizeler döküldü ortaya. Biliyorum hiçbir şiir, yazı, resim, oyun, film şu fotoğraftaki anı ve duyguyu yansıtamaz. Edebiyat da sanat da bir bakıma doğru zamanda yapılan bir an saptamasıdır. Bu kez bunu bir fotoğraf yapıvermiş işte. Bu yazıdan bir öneri, tarihe düşsün, bu fotoğraf iyi bir heykel de olabilir aynı zamanda. Evet, şiir de bunu diyor. Bütün bir ülke o merdivendeyiz işte.

 

 

ben, sen ve bir de ölü ozanlar

 

orada aklımızın kıyısında bir yerde

kayaların üzerinde oturmuş iki gölge

bakıyoruz denize öyle

neyi büyütüyor gözbebeklerimiz?

şaşkın çocuksu ürkek

hayatın efendisi gözbebeklerimiz

neyi büyütüyor böyle? 

 

şöyle sorulmalı belki soru

içimiz mi perişan bir bahçe koparılmış çiçekleri

ülkemiz mi dikenli, yaban otlar içinde

bir talan yeri bir savaş sonrası

cevabı şöyle, biz de yanmış yakılmış bir ülkeyiz

ülkemiz de yüreği yanmış biz

toprak örtülmüş üstümüze

neyi büyütüyor gözbebeklerimiz? 

 

elim elinin bir karış ötesinde 

 

sen, ben, yaşlı teyzeler, halsiz amcalar

bütün ülke şimdi o uzak otelin 

kagir merdiveninde oturuyoruz

ölüme beş dakikamız var

elimizde kırık bir süpürge sapı

ölü ozanlar dökülüyor  gözlerimizden

uğur kaynar

metin altıok

bir de behçet aysan 

 

 

(Orhan Tüleylioğlu'nun derlediği Merdivende Üç Şair adlı kitapta yer alan yazım. Kırmızı Kedi Yayınları Haziran 2012)

bottom of page