top of page

Balıklıova Köy Tiyatrosu’nun kurucusu ve yönetmeni Prof. Dr. Semih Çelenk:

“İyilik hanesine atılmış bir çentik: Balıklıova Köy Tiyatrosu!”

7.jpg

Balıklıova Köy Tiyatrosu

7. Yılında

Röportaj: İbrahim Metin

İbrahim Metin: Balıklıova Köy Tiyatrosu fikri nasıl oluştu? Zaman içinde neler oldu?

 

Semih Çelenk: Kentleşme öncesi insana ait etkinlikler en küçük yaşam birimlerinde yeşeriyor. Ekme biçme, şarkı söyleme, dans etme ve aslında bir bakıma yaşamdaki üretimi kutlamaya-kutsamaya dönük etkinlikler buralarda doğuyor. Bu bakımdan köyde tiyatro yapıyor olmak bir anlamda kaynağına yaklaşmak oluyor, çok yabancı değiliz. Diğer yandan köylerde gerek kukla, gerek köy seyirlik oyunları dediğimiz yine bereket-bolluk törenlerinden doğan bir tiyatral faaliyet, bir mimetik gelenek, bir dramatik gelenek her zaman olmuş. Yani herkesin oynadığı, katıldığı tıpkı tiyatronun doğuşundaki Dionysos şenliklerinde olduğu gibi bizim Anadolu köylerinde de ekinde, bağ bozumunda bu tür şenlikler olmuş. Böyle bakıldığında tiyatronun kadim mekanındayız bir anlamda; ama bugün -idari açıdan- köy büyük şehirlerin bir mahallesi haline gelmiş durumda. Artık köylerde market var. Dolayısıyla da kimse yoğurt yapmıyor. Köy hayatına dair birçok şey kaybolup eksilirken kentli hayata ait, kültüre ve sanata ait hiçbir şey de buralara gelmiyor. İki türlü bir eksilme. Aslında bizden önce örneklerini görüyoruz: Hemen yakınımızda 1930'lardan beri tiyatro yapan Öğretmen Mustafa Anarat’ın kurduğu Bademler Köy Tiyatrosu var. Dedeler, nineler, tiyatro üzerinden ne anılar anlatıyorlar torunlarına. Tiyatro bu kadar hayatın içinde. Bunun yanında Kaş Yeşilköy’de, Mersin’de Aslanköy’de var. Son yıllarda İzmir’de Ümit Hoca’nın kurduğu Kaynaklar Köy Tiyatrosu var. Datça’da Betçe köylerinde Ümit Bakış’ın önderliğinde kurulan Betçe Kadınlar Topluluğu var. Bu; aslında insanın yaşadığı her alanda, kültürel ve sanatsal bir şey yapma ihtiyacının doğduğu her yerde -bu, müzik de olabilir, dans da olabilir, tiyatro da olabilir- bunların gerçekleştiğini gösteriyor bize. Ben on, on bir yıldır burada yaşıyorum. Balıklıova İzmir’e çok yakın bir köy. Böyle faaliyetlerin akla düşme mevsimi kıştır. Yazlıkçılar gider ve köy kendiyle baş başa kalır. Balıklıova Köy Tiyatrosu, böyle bir dönemde bir şeyler yapalım isteğinden doğdu. Sanat; varoluşu anlamlandırma, varoluştan doğan iç sıkıntısıyla uğraşmaktan ortaya çıkıyor. Şiir de müzik de dans da tiyatro da. Bizde de böyle. Doğasına uygun bir şekilde gerçekleşti her şey. Kışın oturuyorduk bir gün, tiyatro yapsak ya, kursak ya dedik. 2012 yılıydı, yağmurlu bir gün. Rumuz Goncagül’ü fotokopiyle çoğalttım. O zaman 8-9 kişiydi ilk grubumuz. Balıkçımız vardı, ev hanımımız vardı, rençperimiz vardı, bir iki yazlıkçımız vardı. Rumuz Goncagül’ü çalışmaya başladık. Çalışmaya, başladığımızda şöyle bir şey oldu, hiç kimse doğru okuyamıyor. Tekst okuma alışkanlığı yok, okuma alışkanlığı yok. Bu sefer ben, yapacağımız şey böyle ağır aksak, duraksayan bir şey mi olacak hissine kapıldım; kendilerine ait olmayan bir şeyi zorlamayla okuyor gibiydiler. Böyle olursa buradan bir müsamere çıkar; böyle yapacaksak yapmamalıyız. Şöyle bir çözüm buldum: Herkese öncelikle hikayeyi ve rolleri anlatmaya başladım. Tıpkı bizim mahallemizde, köyden biriymiş gibi. Oradaki Refik Mayısoğlu’nu, kadın satıcısını, evlenmek isteyen kızı ve annesini… Bunların hepsini tek tek anlatmaya başladım ve anlattıkça bunlar bizim köyden insanlar olmaya başladı. Yani hikayeyi sahiplenmeye başladılar. Fakat oynamadaki, konuşmadaki soğukluğu nasıl gidereceğiz? Sürekli onlara “Bak Ayşe’ye bağırır gibi, köyde geçen gün yaptığın gibi, hani ağları çekiyordun ya..” demeye başladım. Köydeki gibi konuşun, dedim. Köyün bir ağzı var çünkü. Bu ağız, daha da sıcaklaştırdı işi. Sonrasında bu bizim üslubumuz oldu.

 

Cumhuriyet Dönemi Tiyatrosu’nun içindeki eserleri seçiyoruz, oynuyoruz. Yedi sene oldu.  Yerli eserleri. Bize ait hikayeyi biz kendi aramızda anlatıyoruz. Bu duygu hali kaybolmasın diye. Aslında ben bizim tiyatroyu, Balıklıova Köy Tiyatrosu’nu “endemik tiyatro” diye adlandırıyorum. Yani yöreye ait, sadece burada yetişen, buranın doğasına ait bir tür gibi değerlendiriyorum. O yüzden efekt yok bizim tiyatromuzda. Çok fazla detaylı kostüm, bestelenmiş müzikler falan yok. Söyleyebildiğimiz kadar söylüyoruz, yapabildiğimiz kadar yapıyoruz. Kostümleri biz sağlayabildiğimiz kadar sağlıyoruz ama profesyonel destekler aldığımız da oldu. Müzik olsun aksesuar olsun, ödenekli tiyatrolardan, devlet tiyatrosundan destek aldık.  Yedi yıl içerisinde çok fazla festivale gittik. Datça’ya gittik, Datça Festivali’ne. Kalkan’da oynadık. İzmir’de ve bütün bölgede, neredeyse buradaki köylerin çoğunda, sürekli dolaştık. İstanbul’a gidemedik, bu yıl gitmek istiyoruz. İstanbul’daki tiyatrocu arkadaşlarımız da çağırıyorlar ama böyle bir topluluğu hareket ettirmek ekonomik olarak çok zor. Daha önceki festivallere giderken Urla Belediyesi önemli ölçüde destek verdi. Yeni hazırlandığımız oyunla da eylül ekim gibi “Köy ve Mahalle Tiyatroları Festivali” düşünüyoruz. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin mahalle tiyatroları hareketiyle birlikte İzmir’de toplamda altı mahalle dört köy tiyatrosu oluşuyor. Bu on tiyatronun olduğu bir şenlik düşünüyoruz sonbaharda. Bu yıl İzmir bütün bunları bir arada görmüş olacak. Bunun içinde altı mahalle tiyatrosu yeni, ilk oyunlarını oynayacaklar.

 

İbrahim Metin: Repertuvardan söz edelim biraz. Hangi oyunlar oynandı ve onları seçme amaçlarınızdan söz edelim mi?

 

Semih Çelenk: Repertuvar aslında sizin sanatçı ya da topluluk olarak kurduğunuz cümlenin, olmak istediğiniz anlamın bir yansıması-karşılığıdır. O an’da “nasıl hikayeler anlatmak istiyorsunuz”un karşılığı. “Shakespeare oynayalım, Brecht oynayalım..” diye “bizim şu oyuncumuz şu rolü çok iyi yapar” falan diye başka güdülerle repertuvar yaptığınızda...

 

İbrahim Metin: Topluluğun üslubu oluşmuyor.

 

Semih Çelenk: Elbette. Topluluk aslında tıpkı bir gazete gibi. Edebiyatın, şairin gündemi gibi tiyatronun da bir gündemi vardır ve repertuvar bu gündemin karşılığıdır. O yüzden bu gündeme karşılık gelen.. mesela şu an “Deliler Boşandı”yı çalışıyoruz. Akıl ve sağduyunun zayıfladığı nerdeyse toplu bir cinnet halinin yaygınlaştığı bir zamana denk geliyor. Deliler tımarhaneden kaçarak akıllıların dünyasını düzeltmeye çalışıyorlar. Hakikaten gündelik hayat delilikle ilgili hale gelince akıllılar deli, deliler akıllı olmaya başlıyor.

İlk oyunumuz Rumuz Goncagül’dü. Bizim anlatabileceğimiz bir hikayeydi. Evlenme mi evlenmeme mi? Oktay Arayıcı da “Evlenme üzerine midir yoksa evlenme üzerine midir bu oyun?" der. Arkasından Midas’ın Kulakları’nı oynadık. O da bizim geleneksel tiyatromuzdan çıkan bir oyundu. Sevgili Güngör Dilmen’i o yıl kaybetmiştik. Eşinin de katılımıyla provalara başladık. Kendisi de izledi, “Hayatımda izlediğim en iyi Midas’ın Kulakları’ydı bu.” dedi. Bu bizim için çok değerli bir şey tabii. Güngör Dilmen’in eşinin adı da Güngör’dür bu arada. Sonrasında Vatan Kurtaran Şaban’ı oynadık. Kültür hayatımızda o kadar abukluk yaşıyoruz ki. Tırnak içinde muhafazakar iktidarların kültür sanat alanlarında yaptıkları tuhaflıklar mizahı bile geçersiz kılacak türden oluyor. Bu alanda bir hikaye anlatmayı düşündüğümüzde 1965’te Adnan Ötüken kültür müsteşarı olduğunda Haldun Taner onu hicvetmek için Vatan Kurtaran Şaban’ı yazar. 65 model oyunu bugünle yer değiştirdik ve bunun için de Demet Hanım’dan, Haldun Taner’in eşi, izin aldık. Arkasından yine aile içi hayatlar, ekonomik sıkıntılar üzerine insanın aklını kaçırmasının, kahraman kurban ilişkisini irdeleyen bir anti kahramanın hikayesi olan Toros Canavarı’nı yaptık. Ardından yine tarih konuşulurken, Diriliş Ertuğrullar konuşulurken Turgut Özakman’ın darbeler ve demokrasi ilişkisini anlatan Resimli Osmanlı Tarihi’ni yaptık. Şimdi Deliler Boşandı da yedinci oyunumuz oluyor.

 

İbrahim Metin : Balıklıova Köy Tiyatrosu’nun varlığı; köyde,  gerek oyuncular arasındaki ilişkiler gerekse köydeki hayatla olan ilişkisi açısından ne ifade ediyor? Köy hayatının içindeki anlamı ne bunun?

 

Semih Çelenk: Burada sevimli bir terslik var: Köyde bir şey sıradanlaşıyor ve kâle alınmıyorsa iyi bir şeydir; o, organiğin içine girmiş demektir. Ben başta böyle anlamamıştım, üzülüyordum. Köydeki tiyatronun çok ilgi çekeceğini düşünüyordum. Sonra baktım bu kadar büyük bir ilgili yok ama aynı zamanda şunu gördüm, dışarda “Balıklıova’danım..” dediğinizde “Tiyatrosu olan köy mü?” diyorlar. Köylüler “Evet.. bizim tiyatromuz var.” deyiveriyorlar. Bunu “bizim köyde birileri bir şey yapıyor” gibi söylemiyorlar, sahipleniyorlar. Köyün nergisi var, un kurabiyesi var, enginarı var, balığı var, bunlar hep köye ait. Ama şimdi bu “nev-îcâd”  bir değer olarak köye ait. Mesela geçen yıldan beri Büyükşehir Belediyesi çilek dağıtıyor. İlk kez köyde çilek ekiliyor. Belki 15 sene sonra “Balıklıova çileği”nden bahsedilebilecek. Buraya ait bir tat oluşacak. Bunun gibi bir şey. Enginar nasıl zamanında dikilmiş ve buraya ait bir enginardan bahsediliyorsa buranın kimliğini oluşturuyorsa Balıklıova Köy Tiyatrosu da bir kültürel kurum olarak bunu yapacak. Kültürel kurum olarak bir ilk.

Sorunuzun ikinci kısmı içinse şunları söyleyebilirim. Bir sefer buradaki zaman algısıyla şehirdeki aynı değil. Köyde “saat 17.00’de buluşalım” diye bir şey yok; o biraz kente özgü. Köyde, “akşamüzeri yemekten önce, yemekten sonra, ikindi”  gibi bir şey var. İş evin yanında, ev işin yanında, trafik yok. Böyle olunca köyün kendi yaşantısının içine provayı yerleştirebiliyor musunuz? İşte bu önemli oluyor. Bahçe sulanacak, balık çekilecek, enginar toplanacak ya da nişan var mesela.. prova da olmaz oyun da olmaz, iptal edilir. Düzenli provalar yaptığımızı söyleyebilirim. Bu provalar sırasında başkalarının hikayelerini, derinlemesine karakterleri konuşuyoruz, insan davranışlarını konuşuyoruz; kim haklı kim haksız konuşuyoruz. Sonra tersi oluyor: oynanan hikaye üzerine köyde konuşuluyor; hikaye yaşamaya devam ediyor. Bu açıdan bunu değerli saymalıyız.  Bir de dışa dönük etkisi var tabii, önemsiyorum. Köyde sanatsal faaliyet yapma meselesi, diğer köyler için çok olumlu bir örnek oluşturuyor.  Kendi içine kapalı, uzak köyler var. Kimsenin gelip gitmediği köyler. Buralarda sanatsal, toplumsal faaliyet olarak bu tür işlerin yapılması, insanların enstrüman çalması, koro kurmaları, halk danslarıyla ilgilenmeleri, tiyatro yapmaları, bir topluluğu kendi içinde çok değerli kılan şeyler. Burada insanlar, iyi güzel bir şey yaptıklarını düşünüyorlar mesela. Çok önemli. Provaya gelince: “Bizim için de değişiklik oluyor.” diyor. Sadece içe kapanmış ve insanların kendi hayatlarının konuşma konusu olduğu ve insanların birbirlerine hoyrat davrandığı bir coğrafyada bu türden insani faaliyetler, iyi ve güzel için örnek teşkil ediyor. Şöyle görüyorum ben: bir kötülük hanesi var bir de iyilik hanesi var; ben bu anlamda Balıklıova Köy Tiyatrosu’nun bütün bu anlattıklarımız bir yana iyilik hanesine atılmış bir çentik olduğunu düşünüyorum. Bu kadar kötülüğün içinde iyilik hanesine bir çentik attık. Canlılara, kadınlara, çocuklara, tabiata kötü davranılan bir çağda oturuyoruz; kötülük düşünmüyoruz. Bir hikaye anlatmaya, onu canlandırmaya, başkalarına sunmaya çalışıyoruz. Çok insanı bir faaliyet ve bunun Türkiye coğrafyasında kendi boyundan büyük bir iş olduğunu düşünüyoruz. Bir ada kuruyoruz.

 

İbrahim Metin: Balıklıova Köy Tiyatrosu, kendi içinde bir okul gibi sürerken devamlılığını sağlayacak kadrolarını yavruluyor mu? İzleyiciyi sahneye, ilgisizleri meraklanmaya davet ediyor mu?

 

Semih Çelenk: Bir potansiyel var. Bu ayrı bir çaba gerektirdiği için, herkesin kendi işi olduğundan mı kolaycılıktan mı bilmiyorum, sahipleniliyor ama büyük bir heyecan çemberi yaratmıyor. Köye ait bir şey olduğu kabul ediliyor ama “biz de şurada çocuklarla bir koro kuralım” gibi ya da başka türden katılımlar olmuyor. Ama şu oluyor: köyden on on beş kişi minibüs tutup tiyatroya gidiyor mesela. Bu, civar köylerde olan bir şey değil. Devlet Tiyatrosu’nun Urla Sahnesi’nde oyun izlemeye gidelim gibi hareketlenmeler oluyor. On beş kişi gitse bir köyden muazzam bir şey bu, total tiyatro seyircisine büyük bir etkisi olan bir şey. Köylerde ve çeper mahallelerde tiyatro seyircisi sıfır çünkü. Öyle bir akış ve alışkanlık yok.

 

İbrahim Metin: Oyuncu üretmese de seyirci üretiyor.

 

Semih Çelenk: Evet ve bu daha önemli bir şey. Bademler örneği bize şunu gösteriyor, bu çok uzun erimli bir şey. Köy o sanatsal faaliyeti üretiyor, kendi ürettiği sanatsal faaliyette kendi kendini değiştiriyor. İnsanın içinde olduğu faaliyetler bir plastik gibi hızla biçimlenmiyor bir kaç kuşak gerektiriyor. Bizim köyde de bir gün şu söylenecek: “Benim anneannem, dayım, babam, yengem köy tiyatrosunda oynuyormuş.” Bu önemli bir şey. Bu bir görenek-gelenek. Ailevi olabilir, çevresel olabilir, gördüğünüz şeyi yaparsınız. Burada da rençperlik beş kuşaktır yapılan bir işse enginar üç kuşaktır yapılan bir işse bizimki de, bu faaliyet de, iki kuşaktır yapılan bir iş olduğunda…

 

İbrahim Metin: Zaman, yerine yerleşmiş olacak artık.

 

Semih Çelenk: Evet. Burada da sanıyorum böyle bir zamana ihtiyaç var. Faaliyetin kendisi benim açımdan, bu alanda bir profesyonel olarak söylüyorum, çok uzun sürüyor ve çok yorucu. Yedi yılda, arkadaşların ve benim ısrarımla buralara gelebildik.

 

İbrahim Metin: Siz Balıklıova’da da köy çeperinde de oyunlar oynadınız. Kent merkezinde de oynadınız. Ben oralardaki seyirci gözlemini merak ediyorum senin. Mesela Devlet Tiyatrosu’nu izlerkenki seyirci Balıklıova Köy Tiyatrosu’nu da aynı yerlerden mi izliyor; yoksa farklı kriterleri var mı? Ne dersin?

 

Semih Çelenk: Ben tiyatromuzu endemik bir tiyatro olarak, bu yöreye ait bir topluluk olarak değerlendiriyorum. Bizde, bir enginar bahçesinin sulanması, çapalanması gibi. Bizde o tabiilik duruyor. Yani hata yapılabilir, oyun içinde yanlış söylenebilir, sahne sahneye bağlanmayabilir. Hiç böyle kaygımız yok. Bizim derdimiz, bütünlüklü bir hikaye anlatmak. Bunu anlattığımız ölçüde seyirciyle ilişkisi çok sıcak oluyor. Kentli seyirci de dediğim gibi bir sempatiyle bize avans vermiş oluyor baştan. Ne kadar tatlılar, şekerler, köyden gelmişler, diye bakıyorlar ama onlar da haz alıyorlar. Bizim derdimiz seyircinin tahammülünü zorlamamak, hikayeyi düzgün, zamanlaması, tartımı doğru bir biçimde anlatmak. Aristoteles’in bir kuralı var. Bizim dramatik sanatın temel kurallarındandır bu: “Kavranmayacak kadar büyük olmamalı, fark edilmeyecek kadar küçük olmamalı.” der. Hikayeyi kurarken ve anlatırken buna dikkat ediyoruz

 

İbrahim Metin: Tiyatronun hem kurumsal anlamda hem de izleyici niteliğindeki değişkenler açısından hızlı çalkantılar yaşadığı bir süreçte belirgin bir biçimde görüyoruz ki tiyatro atölyeleri gibi, tiyatro kampları, yaratıcı oyunculuk atölyeleri gibi, küçümsenmeyecek bir çalışma alanı, nerdeyse “endüstri” oluştu. Buradan baktığımızda, Türkiye’deki tiyatro evreni içinde köy tiyatrosunun anlamı nedir, ne olmalı?

 

Semih Çelenk: Son on, on beş yıldaki tiyatronun gelişimine cevabımı da içeriyor burada yaptığım faaliyet. Bir profesyonelin burada köy tiyatrosuyla uğraşması “köyü kurtarmaya geldim” gibi bir züppelik değil. “tiyatro yaşamın içinde olmalıdır” ile “tiyatro bizim aramızda olmalıdır” arasında bir fark var. Bu söylediğin, kamp türevi çalışmalar, bir öz-savunma biçimi gibi geliyor bana. “Azaldık, küçüldük, hiç değilse birbirimizle dayanışalım.” gibi. Burada bir iyi niyet var, aynı zamanda bir folklore de dönüşüyor ama. Bu tehlikeli. Yani izleyen oynayan, oynayan izleyen oluyor. Bu bir şeyi yasaklamaktan daha berbat. Yaşamın kıyısına bırakmak ve onu orada güya özgürleştirmek.. Bir anlamda kumda oynamak yani. Sen burada oyalan diyor. Neden? 25 kişilik salonlar, 200 kişilik festivaller, 50 kişilik seyirci grupları, amatör ve profesyonelin iç içe girdiği, tiyatronun anlamının ve tarifinin kaybolduğu bir evren var burada. Bu evren içerisinde tiyatronun kendisi toplumun tamamı için anlam ifade etmeli. En başta dedik, gündelik hayattaki üretimi kutlama ve kutsamadan doğmuştur dramatik eylem ya da faaliyet. Bu herkes için anlam ifade eder. Dionysos’un coşkuyla kutlanması ve satir alaylarının yapılması toplumun tamamına aittir. Oysa Kadıköy’de 50 kişilik tiyatroda hikaye anlatıldığında 18 milyonluk kentin sanayi mahallesinde, Avcılar’da, Beylikdüzü’nde hiçbir şey ifade etmiyor. Londra’da mümkün bu. Orada öyle bir tiyatro geleneği var. Tiyatro seyircisi futbol seyircisinden fazla. Köyde tiyatro ya da gündelik hayatın içinde tiyatro yapmaya gelince, biz burda, 1600 kişi köyde olduğunda hepsine oyun izlettirmiş oluyoruz. Bu aslında bir cevap. Tiyatro, kendi çevresinde ve evreninde hayata dair ve hayatın içinde olmalıdır; daha azına razı olmamalıdır. Bu anlamda köy tiyatrosu bizim için tiyatroyu sıradanlaştıran ve kaynağına götüren basit bir çalışma aslında. Küçük de olsa bir örnek oluşturabilir düşüncesine yaslanıyor.

 

İbrahim Metin Baltacı: Deliler Boşandı’nın takvimi nedir?

 

Semih Çelenk: Deliler Boşandı’yı bayramdan önce bir tarihte oynamayı düşünüyorduk fakat şimdi ekim ayına kalacak gibi. Bir Alsancak’ta bir de Urla’da Toprak Sahne’de oynayacağız. Onlar  bize provalarda da sahnelerini açıyorlar. Afişlerimizi yedi senedir Emre Duygu yapıyor. En büyük destekçilerimizden biri. Kendi yağında kavrulan bir köy tiyatrosuna uluslararası düzeyde güzel profesyonel afişlerle taçlandırıyor bizi. Logomuz da Emre’ye ait: Gülen ve ağlayan balık kuyrukları. Çok değerli şeyler yaptı bizim için sağ olsun. Ağustos ayında İzmir’de Alsancak’ta, Urla’da ve köyde üç kere oynarız diye düşünüyoruz. Sonbaharda da bizi çağıran festivaller var. Datça’da, Kaş’a gitmek istiyoruz, Yeşilköy Halk Tiyatrosu çağırıyor. İstanbul’a bu sene muhakkak gitmek istiyoruz. Bir de tabii başka bir hayalimiz var. Bir Shakespeare uyarlamasıyla İngiltere’deki Shakespeare Festivali’ne gitmek istiyoruz. Bunu da onuncu yılımızda başarırız diye düşünüyorum. Kendi yağıyla kavrulan, kendi ölçeğinde iyi bir örnek olmaya çalışan, iyilik hanesine atılmış bir çentik Balıklıova Köy Tiyatrosu. Daha doğrusu biz böyle olduğuna inandığımız için bunu sürdürebiliyoruz diyeyim.

 

İbrahim Metin: Balıklıova Köy Tiyatrosu’nun kurucusu ve yönetmeni Prof. Dr. Semih Çelenk’le Balıklıova Köy Tiyatrosu’nu konuştuk. Tekstlerine, provalarına denizin tuzu, denizin kokusu karışan Balıklıova Köy Tiyatrosu zamanda yerleşsin ve ilerinin çocukları “benim ninem dedem tiyatroda oynamış.” desinler. Bu temenniyle röportajı bitiriyorum. Teşekkür ederim.

bottom of page